Herkes kadar bende çok korkmuştum. Belki de herkesten biraz daha fazla ya da eşittik, bilmiyorum ki.
Ne karmaşık bir zamandı. Ne korkunç bir geceye uyanmıştık...
Depremin sadece sözlük anlamını biliyorduk o vakte kadar.
Deprem sadece bir sallantı, sarsılma demekti taki 1999 yılına kadar.
Çoğumuz yani en azından benim jenerasyonum sınırlarında dolaşanlar 16 Ağustos'u 17'sine bağlayan geceye kadar bu şekilde düşünüyordu depremi. Sadece bir sarsıntı...
Tüm Marmara 03:02'de 7.5 büyüklüğündeki depremle uyanmıştı.
Hayatını kaybedenler, yaralananlar, günlerce evine giremeyenler, hayatını zor kurtarıp evlerinin yıkılışlarını izleyenler...
Hepsi bizdik...
Korkmuştum, bu sallantıyı idrak ettiğim an çok korkmuştum, bırakın yatağımda yatmayı evime bile girmek istememiştim.
Pazar tahtası ya da araba yatağım olmuştu. Evimin balkonunda durup içeri girmekten ürkmüştüm.
Garip bir duygu ve ruh hali işte...
Evet evimiz yıkılmamıştı, yakınlarımı kaybetmemiştim ama bu üzülmeme engel değildi.
Radyo haberleri insanın moralini bozmaya yeten türdendi. Gölcük'te yaşayanlar, Avcılar'da oturanlar hüznün, acının, kaybın, umudun ve umutsuzluğun en yoğun yaşandığı yeriydi.
Çadır kentler, akut, gönüllü görevliler...
Bu kadarı işin duygusal boyutu elbette. Sonrasında ortaya çıkan tablolar, yıkılan evler, kaçak projeler...
Üç kuruşa satıp on kuruş para kazanmak isteyen müteahhitler sorgulandı. Deprem sigortalarının ne kadar önemli ve yapılması gereken bir şey olduğu anlaşıldı ama her zamanki gibi geç bir farkındalıktı.
Depremden dersler aldık mı? Deprem baba Sayın Işıkara yaşasaydı neler söylerdi?
Alışmamız gerek, deprem ülkesiyiz derdi belki de.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder